"Bu son fasıldır ey ömrüm..." PDF Drucken E-Mail
Geschrieben von: Tamer Çağlayan   
Sonntag, den 11. April 2010 um 21:19 Uhr

Tamer Çağlayan: Akşamın karanlığı geceye doğru yol alıyordu. Çalışma masamda, uzun yıllardır burada, sevdiklerinden uzakta sürgünde yaşayan bir arkadaşımın yayınlanacak yeni kitabına girecek olan yazılardan seçmeleri ve gerekli düzeltmeleri yapıyordum. Her zamanki gibi radyonun klasik müzik kanalı açıktı. O sırada telefon çaldı. “Tamer, amcanın durumu hiç iyi değil. İstersen ona okumak için verdiğin kitapları gelip alabilirsin” dedi telefonun diğer ucundaki Refiye teyzenin hüzünlü sesi. Yarın gelebileceğimi söyledim ve karşılıklı olarak telefonları kapattık. Kısa bir süre sonra içimdeki sese uyarak telefon ettim, birazdan geleceğimi söyledim. Taner’e de telefon edip, sevdiğimiz insanın durumundan haberdar ettim.

 

                                   *                                 *                                 *

 

Turan amca, Turan Kuş, benim her zamanki söyleyişimle Adalı ya da zamanında balıkçılık yaptığı için daha da yakışan bir deyimle Reis, 2008 yılı sonlarına doğru ciğerlerinden rahatsızlandı. Yaşadığımız kente yakın bir yerdeki hastanede bir süre yattı. Elli küsur yıllık hayat yoldaşı Refiye teyzeye hastanede okuması için verdiğim kitapları götürmesi için rica ettim. Oraya Taner’le ziyaretine gittiğimizde moralinin çok iyi olduğunu gördük. Hiç öyle hasta olmuş gibi bir durumu yoktu dış görünüşünden. Ama, içindeki yanardağ hızlı bir şekilde kaynıyordu… Baskın Oran’ ın “Nerde O Eski Mapushaneler” kitabını çok beğendiğini söyledi. “Ya hoca” dedi bana, “neler yazmış o öyle...” Ama, onun her zaman en favori kitabı, yarım yüzyıl hapishanede kalan bir insanın anılarını anlatan Turhan Temuçin’ in “Azrail’ in Öbür Adı” isimli kitabı oldu. O kitabı seyrek zamanlarda benden iki defa alıp, kaç defa okuduğunu bilmiyorum. Üçüncü isteyişinde ise piyasada bulunmayan bu kitabın cildinin bozulacağını anladığımdan vermedim.

 

Hastaneden eve çıktığında da durumu iyiydi. Bir yerden dönüşte ziyaretine gittik Taner’le birlikte. O akşam Taner’le bana ilk defa ölüm hakkında söz etti. Eğer rahatsızlığı ilerlerse, başka da yapacak bir çare kalmazsa ölümün mutlaka olacağını söylerken, ölüm hakkında bu kadar metanetli, soğukkanlı ve cesur konuşması dikkatimizi çekti. Dini inançları o kadar aşırıya kaçmasa da, konuşmasını hiç dini motiflerle süslemeye gerek görmedi. Belki de bu ihtiyar delikanlıya da böylesi yakışırdı. “Ölürsem de ne olacak? Yaşayacağım kadar yaşadım“ dedi yiğitçe. Bulunduğumuz odada yer alan dolabın çekmecesinden dosya kağıdı büyüklüğündeki çerçevelenmiş bir siyah beyaz fotoğrafı gösterdi. “Babam“ dedi ve ani bir hareketle öpüverdi. Biz mi ona, yoksa evlatları gibi biz iki kardeşi seven o mu bize moral verdi anlayamadık.

 

Yeni yılı İstanbul’da yaşayan kızının yanında geçireceklerini söylediğinde, bizim için istersek kitap getirebileceğini de söyledi. Gereken parayı ve listeyi verdikten sonra kitapları nereden alması gerektiğini de söyledim. “Bazı işlerimi hallettikten sonra giderim, Hrant Dink’in ağabeyinin kitapçı dükkanından alırım, merak etme“ dedi.

 

2009’un ocak ayının ortalarına doğru İstanbul’dan dönüşlerinde telefon edip, kitapları getirdiğini, gelip almamı söyledi. “Kitaplar ağır, getiremem“ dedi. Vardiya saatimin yaklaşmasına rağmen gidip kitapları aldım. “Kitaplar olunca duramadın değil mi?“ dedi. İstemiş olduğumuz az sayıdaki kitaplar gerçekten ağırdı. Kitapları aldığı Beyaz Adam Kitabevi’nde çalışan bir bayanla kitaplar konusunda sohbet etmişler. Söz arasında Ermenice konuşmuşlar, “istersen İtalyanca da konuşurum“ demiş reis. Hayatının kısa bir özetini anlatmış bayana. Beni de boş yere övmüş, Ara Güler ve kendisi hakkında yazılar yazdığımı anlatmış. “Ne gerek vardı bunlara usta?“ dedim. Sen karışma gibisinden bakışını hiç unutmuyorum.

 

Kitabevi raflarında gözüne çarpan Orhan Kemal’e ait kitapları göstererek, bunların hepsini okuduğunu söylemiş. Orhan Kemal’in yazdıklarını büyük bir beğeniyle okumasının nedenini, kendi yaşamının da zorluklarla geçmiş olmasına yorumluyorum. Yaşar Kemal’ in romanları ise onu sıkıyordu, bunu sezinliyordum. Gerçekten de öyle, Turan amca kitaplığımdaki kitaplardan kendisine uygun olanlardan birçoğunu okudu. Kendi yaşıtları kahvehane köşelerinde sigara dumanları arasında zaman öldürürken, o zamanını değerlendirmesini bilebildi. Acaba ona Saroyan’ın kitaplarından da okuması için vermiş miydim? Her zaman severek okuduğum bu Ermeni asıllı yazarın yazdıkları Turan amcanın da hoşuna gidecekti hiç kuşkusuz.

 

İzleyen günlerde ameliyat yapıldı. Ciğerlerinden birisinin hemen hemen tamamı alındı. Böyle olunca da organlar gereken işlevlerini yerine getiremiyorlardı. Başka sorunları da baş gösterince, solunum cihazına bağlanmak zorunda bırakıldı. Onu bu sefer hastaneye yatırıldığında hiç ziyaret etme olanağımız olmadı. Yakınları dışında ziyaretçi kabul edilmedi. Refiye teyze, istersem beş dakikalığına odaya girmemin olanağını yaratacağını söylese de, “ben de kurallara uyayım“ diyerek kabul etmedim. Aslında gerçek o değildi, bazı şartlarda insanoğlu önünde bir engel olarak duran kuralları yıkabiliyordu. Ben ise, Turan amcamı o haliyle görmek istemiyordum. Anılarımdaki haliyle onun yokluğunda sohbet etmek, kızmak, şaka yapmak istiyordum. Gelinine ise kendisini bu kadar çok insanın arayıp sormasına sevindiğini söylemiş.

 

İstanbul’daki Alman Elçiliğinden bir günde vize alıp buraya gelen kızı Ayşe, babasının o bitkin haliyle eliyle ’ben artık gidiciyim’ türünden bir el hareketi yaptığını söylediğinde, ayrıca hastalığın ilerleyen başka durumlarından da bahsettiğinde artık yapacak bir şeyin olmadığını, kendi halini anladığını anlamıştım. Artık geriye dönüş yoktu. Uzun soluklu bir maratonun son metreleri koşuluyordu.

 

Sonraki hafta ve aylarda da durumundaki değişiklikler pek öyle istenilen düzeyde olmadı sanırım. Onun için en büyük eziyet ise rahat rahat konuşamamasıydı ve sırt üstü yatmasıydı.

 

                                   *                                 *                                 * 

 

Ara Güler’le tanışmayı çok istiyordu… Onunla karşılaştığında Ermenice konuşmayı, eski zamanlardan anlatmayı hayal ediyordu. Bende bulunan fotoğraf albümlerini büyük bir dikkatle inceliyordu. Fotoğraflara bakarken geçmişin yollarında mesafeler katettiğini anlıyordum. En çok da siyah beyaz fotoğrafların bulunduğu albümü seviyordu. Geçen sene ise Muzaffer Buyrukçu’nun kitaplarını okumaya merak sarmış, ben de bulunan kitaplarını da okumuştu. Ona okuması için verdiğim kitapları nasıl okuyacağını biliyor, benim bu konudaki titizliğimi dikkate alarak, kitapları evine ziyarete gelenlere bile dokundurtmadığını söylüyordu.

 

Aziz Nesin’i ise hep rahmetle anıyordu. “Makinist ama, bak çocuklar için vakıf yaptırdı. Helal olsun. Ne zaman vakfın önünden geçersem ona dua ediyorum” derdi. Turan amca hiç bir zaman ’komünist’ sözünü doğru söyleyemedi, hep ’makinist’ dedi. Aziz Nesin’ in vakfın bahçesine nerede gömüldüğünü bilen birisini tanıdığını, istiyorsam onunla tanıştırabileceğini söylediğinde, böyle bir şeye hiç gerek olmadığını, onların da bu konuda konuşmayacaklarına dair verilmiş sözleri olabileceğini söyledim.

  

Nazım Hikmet’e vatandaşlığının geri verildiğinde de, “Adam sapına kadar makinist, bıraksınlar orada kalsın“ dedi. Adnan Mendereslerin ve Deniz Gezmişlerin boşu boşuna idam edildiklerini de söylerdi.

 

İçimde ukde olarak kalan bir şey var: Turan amca, Mustafa Kemal Paşa’yı iki kez görmüştü. Bunu bana birçok defalar anlatmasına rağmen hiçbir zaman not almadım ya da ses alma aygıtına kayıt yapma gereğini duymadım. Hastaneden çıkarsa, ilk işim Mustafa Kemal Paşa’yı nasıl gördüğünü anlattırmak olacak diyordum kendi kendime. Şimdi ise anlattıklarını hatırlamama olanak yok, olsa bile yanlış bilgi vermekten çekinirim. Turan amca değerli anılarını kendisiyle birlikte götürdü.

 

Telefon açardı, evdeysem gelmek istediğinin işaretlerini verirdi. Anlardım ki, canı sıkılmış ya da sohbete ihtiyacı vardı. Çayı demlerdim. Hemen gelirdi. Sohbete başlamak için onun konuları her zaman hazırdı. Ya ülkenin siyasi gidişatına kızmıştır ya da herhangi birine atıp tutardı, bu arada küfrü de eksik etmezdi. Çayla birlikte ilk sigarasını içmesine izin verirdim. Sigaranın kokusu beni rahatsız ediyor derdim. Maksadım onun daha fazla sigara içmesini önlemekti. En fazla iki ya da üç sigara içerdi. Bana belki de yüzlerce kez anlattığı anılarını tekrardan, hiç bıkmamacasına anlatırdı. Kimi zaman aynı şeyleri duymaktan bıktığımı belirtir, “bunları daha önceleri de anlatmıştın“ derdim. Parmağıyla kafasını göstererek “burası unutmuyor“ derdi.

 

Ne zaman annesinden söz etse ağlamaya başlardı. İleri yaşında olmasına rağmen Turan amcamın ağlamasına içim yanardı… Susardım… O ise hep anlatırdı. Çocukluğunda yaşadıkları o acımasız yoksulluğu, Andon Reis’in onu teknesine alıp balıkçılığa başladığı günleri anlatırdı.  Reis’ine her zaman duacıydı, “onun sayesinde biraz para gördük” derdi.

 

Oğlu Şevket’e anlatmadığı bazı şeyleri Taner’le bana anlatırdı. Oğlunun kendisinden çekindiğini söylerdi. “Sizler benim manevi çocuklarımsınız“ derdi.

 

Beyoğlu’nu anlatırdı… Eski kabadayıları, 1964 yılında Yunanistan’a gitmek zorunda kalan Ermeni ve Rum arkadaşlarını sevgiyle anardı. Özlerdi onları… Büyükada’yı, balıkçılığı öğrendiği reislerini, Dündar Kılıç’ı, Can Yücel’i, 1960’lı yılların ünlü gangsteri Necdet Elmas’ı, Orhan Gencebay’ı, Yılmaz Güney’i… Tanımadığı kimse yoktu. Kısaca bize anlattıklarıyla hayat dersi verirdi. Bunlardan ne kadarı kulağımıza küpe olmuştur bilemem… Bir keresinde yine bir şeyler anlatıyordu. Zamanın fuhuş dünyasının ünlü ismi Melahat’ı anlatmaya başlayınca, “Çanakkaleli Melahat mı?“ dedim ve kütüphaneden “Bütün Yort Savul’lar!“ isimli şiir kitabındaki ilgili bölümü ona göstermek için ayağa kalkıp, kütüphaneye yöneldim. “Sende de yok yok be evlat“ dedi. Kütüphanemin kendine özgü bu zenginliğini seviyordu. Anlattığı olayları ya da kişileri doğruluyordum gösterdiğim kitaplarla.

Benim yorulduğumu ya da bıktığımı anladığında da, “Artık yeter bu kadar, başını ağrıttığım için kusura bakma oldu mu evladım“ der, ona ayırdığım birikmiş gazeteleri alır giderdi.

 

Eylül’dü, Turan amcayı bayram ziyareti için hastaneye gittik. Bizi görünce sevindi. Biraz olsun konuşabildi. Bir ara bize bakarak “Size bir sır vereceğim“ dedi. Neler anlatacak diye bekliyoruz. “Bize bir sır vereceğini söylemiştin?“ dedim.  Hafızası kimbilir o an nerelerdeydi, o sır yok olup gitti.

 

Göçmeden altı gün önce ziyaretine gittim Taner’le birlikte. Söylediklerini anlamakta zorluk çektik. Ancak yüz işaretleriyle anlaşmaya çalıştık, ne kadar anlaşabilirsek artık. Gitmeye yakın vedalaşıyoruz onunla. Gözleriyle “biraz daha kalın“ der gibi bakıyor… O sırada içeri başkaları giriyor, biz çıkıyoruz. Onu son görüşümüz oluyor…

 

*                                 *                                 *

 

“Bu son fasıldır ey ömrüm…”

Münir Nurettin Selçuk’un söylediği bir şarkıda geçen bu dizeyi, günün birinde Adalı Turan Reis için yazacağım bu son yazıya başlık yapacağımı bilebilir miydim acaba? Aramızda kırk yaş fark olmasına rağmen onunla her zaman çok iyi anlaştım. Hiç birbirimizi kırmadık, kıracak sözlerden kaçındık.

 

Turan amcamı, tiyatrocu Ali Taygun’un, annesi Sabiha Sertel, babası Zekeriya Sertel ve ortak dostları Nazım Hikmet’le aynı sürgünlük yaşamını paylaşan Yıldız Sertel’in, sinema yönetmeni Zeki Ökten’in bu dünyadan göçtükleri hafta içinde  kaybettik.

Şimdi o yok…

Walt Whitman’ ın şiirindeki “Oy Reis! Koca Reis!”, bizim ihtiyar delikanlımız sevenlerini, Taner’i ve beni yalnız bırakıp göçtü…

Şimdi çok uzaklarda martıların ağıtları başladı…

Çığlık çığlığa ötmeleri bundandır…