Avrupa parlamentosu secimi PDF Drucken E-Mail
Geschrieben von: Erkiner   
Freitag, den 12. Juni 2009 um 22:14 Uhr
Engin Erkiner: Ve solun yenilgisi diye eklemek gerekir.

Kısa süre önce yapılan Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde, Çek Cumhuriyeti, Portekiz ve Kıbrıs Rum Kesimi’ni hariç tutarsanız, sol partiler hiç de iyi sonuçlar almadılar. Avrupa birliği’nin büyük ülkelerinden İtalya’da Komünist Partisi Yeniden Kuruluş (Rifandazione) bu ülkedeki yüzde üç barajını aşarak AP’ye milletvekili gönderemedi. İngiltere’de zaten kayda değer bir sol parti yıllardan beri bulunmuyor. İşçi Partisi’nin sol ile herhangi bir ilişkisi yok. Fransa’da Sol Birlik AP’ye birkaç milletvekili gönderebildi ama pek de iyi bir sonuç alamadı. En başarılı ülke Almanya’da Sol Parti yüzde 7,5 oranında oy alarak 8 milletvekilini parlamentoya gönderdi. Ne ki, bu sonuç Sol Parti için belirgin bir gerilemedir. Aynı ülkede seçimlere ayrı olarak katılan Almanya Komünist Partisi ise, beş yıl önce yapılan seçimde aldığı 30 bin oyun on bin kadarını kaybedecekti.  

KRİZE RAĞMEN LİBERALLERİN GÜÇLENMESİ

Kapitalizm 1929’dan beri en büyük krizini yaşıyor. Her ülkede değişik işletmeler iflas ederek kapanıyor, işsizlik sürekli artıyor. Sol, bu krizden faydalanarak güçlenmek bir yana, zayıflıyor. AP seçimlerinin gösterdiği, krizin liberaller ve Yeşiller’e yaradığıdır. Avrupa birliği’nin en kalabalık ülkesi Almanya’da her iki parti de yüzde 10’un üzerinde oy aldılar.  

Seçime gösterilen ilginin az olması açıklama değildir. Sol partiler seçmenlerini daha fazla harekete geçirirler. Dolayısıyla seçime katılımın az olması durumunda sol bir partinin daha az değil, gerçekte sahip olduğundan daha fazla oranda oy alması gerekir. Örneğin Almanya’da Sol Parti’nin yüzde 12-13 oranında oy alması gerekirdi.  Dünyanın en güçlü sosyal demokrat partinin durumu daha da kötü… SPD yüzde 20 civarında oy alarak tarihinin en kötü seçim sonuçlarından birisini elde etti. Çizgisini daha da sağa döndürüyor, olmuyor; biraz solculaşmak istiyor, yine olmuyor. Ve Almanya’da yaklaşık üç ay sonra federal parlamento seçimleri var.  

Kapitalizmde kriz ile solun güçlenmesi arasında doğrudan ilişki arıyoruz ve bulamayınca da kendimize “neden olmadı?” diye soruyoruz. Bu konuda değişik açıklamalar bulunmakla birlikte, sakın sorulan soru yanlış olmasın? Yaklaşık 150 yıl boyunca kapitalizmdeki krizin bu ülkelerdeki solu şu ya da bu oranda güçlendirdiğini gördük. Bu güçlenme bazen -1930’lu yıllar Almanyasında görüldüğü gibi- sert çatışmalara ve solun yenilgisine de yol açabildi. Yine de bu durumda, “kriz solu güçlendirdi ama sonuna kadar gidemediler” denilebilir.  “Kapitalizmde kriz solu güçlendirir ya da en azından güçlenmesinin yolunu açar” dediğimiz zaman, aslında yılların alışkanlığını dile getiriyoruz. Hep böyle görmüşüz, ama hep böyle görmüş olmamız, bundan sonra da böyle olacağı anlamına gelmiyor. 

Kapitalizm 1970’li yıllardan beri artan ve azalan ama hiçbir zaman refah dönemine yol vermeyen sürekli bir kriz içindedir. Buna, enflasyon ve durgunluğun birlikte görülmesi anlamında stagflasyon da deniliyor. Daha sonra bunun değişik varyantları da görüldü. Bu arada “kriz yönetimi” denilen bir olgu da gelişti. Kriz, yönetilebildiği oranda tehlikeli olmaz. Bu yönetim sadece ekonomik boyutta değildir. Devlet, çeşitli toplumsal kurumlar, medya da işin içindedir. Kapitalizm son otuz yıl içinde kriz ile birlikte yaşamayı öğrendi. Krizi yönetmeyi de öğrendi. Denilebilir ki, karşısında sosyalist bir seçenek yok, bu nedenle krizi yönetebiliyor. Haklı bir belirleme, ama kapitalizmin kendisini nasıl yeniden üretebildiğini, bir tarz kapitalizmden başka bir tarza nasıl geçebildiğini anlayamadan, ona seçenek de olamazsınız.  

Sosyalistlerin eskiden böyle bir sorunu yoktu. Kapitalizm analizi gibi bir sorunları yoktu. Artık var! Kapitalizm krizde deniliyor ve kapitalizmin neo liberal türünden daha devletçi başka bir türüne geçiş de seyredilmekle yetiniliyor.  Sevinilerek seyrediliyor. Sosyalistler bu krizde bir şey yapamasalar bile hayli sevindiler. Haksız da değiller. Neo liberalizm psikolojik olarak onları fena ezmişti. Bu kriz, sosyalistlere eziklik duygusundan kurtuluşu gösterdi. Bir şey yapılamamasına karşın bu kadar sevinilmesinin nedeni de budur.  

Unutmayalım, 1989’da Berlin Duvarı yıkıldığında, “biz kazandık, siz kaybettiniz” diyen, kapitalizmin neo liberal versiyonuydu. Kapitalizmin bu çeşidinin de çalışmadığının görülmesine sosyalistler –bir şey yapamasalar bile- sevinmesinler de ne yapsınlar?  

Sosyalistler sistemi anlayamadıkları için seçenek olamayınca, sağın ve bu arada da liberallerin güçlenmesi anormal bir gelişme değildir. Şunu da unutmamak gerekir: Neo liberalizm geçtiğimiz yirmi yıl boyunca “performance” mantığını herkesin kafasına iyice yerleştirdi. İşlevin ne kadarsa, o kadar da karşılık görürsün. Hata yapanlar bedelini öderler, daha az hata yapanlar devam ederler. Liberallerin bu tipik mantığı kriz gelince insanların kafasından birdenbire silinmez. Bu mantığın varlığı, liberallere olan güvenin de sürmesi anlamına gelir. Yapacakları tek değişiklik, biraz devletçi olmalarıdır, o kadar! 

Sosyalistlerin asıl sorunu burada daha iyi görülebilir: kapitalizmin analizi, ekonominin analizinden ibaret değildir. Bu analiz, devleti de ciddi bir faktör olarak dikkate almak zorundadır. Kapitalizm devletsiz yapamaz, devletsiz çalışamaz, krizi yönetemez.  

Siz bakmayın liberallere… Devlet, kapitalizmde, ekonomiyle sınırlı olmayan önemli işlevlere sahiptir. Kapitalizm, devlet olmadan kendisini yeniden üretemez. Bu nedenle de devlet, sadece üstyapıya ait olarak görülemez. Devlet, altyapıya da aittir.  Kapitalizmin analizi devletle birlikte ele alınmak zorundadır ve ancak o zaman çağdaş kapitalizmi anlamakta daha fazla imkana sahip olabiliriz. 

HANGİ AVRUPA?

AP seçimlerine katılım ortalama yüzde 40 civarındaydı. Avrupa Birliği ülkeleri halkı –tıpkı önceki seçimde olduğu gibi- AP seçimine ilgi göstermedi. Dahası, her ülkede ön plana çıkan konular Avrupa geneliyle ilgili olmaktan çok ulusal sınırlar içindeki konularla ilgiliydi. Avrupa’daki halklar için AB, “ortak para birimi, serbest seyahat ve Strassbourg ve Brüksel’de kendileri hakkında karar veren organlar” olmanın ötesinde bir anlam taşımıyor. “Halkların Avrupası” henüz yok, ortak Avrupa kimliği oldukça zayıf. 

Önceki yıllarda “Avrupa kimliği”nin giderek ulusal kimlikleri geri plana iteceği düşünülürdü. Bunun olmadığı görülünce, “Avrupa kimliğinin ulusal kimlikle birlikte olması” düşüncesine geçildi. Bu çokkimlikliliğin Avrupalı yanı henüz oldukça zayıftır.  

Ek olarak, AP’nin işlevi ulusal parlamentolardan geridedir. Avrupa Birliği’nin en yetkili organı, üye ülkelerin belirlenmiş bakanlarından oluşan “Konsey”dir. Asıl işi o yürütür. AP’nin işlevi daha talidir. Bunu da herkes bilir. Bu nedenle, “işlevsiz bir parlamentonun seçilmesine neden katılayım?” görüşü, pek de yabana atılacak bir düşünce değildir.  

Gerçekte bu seçim öncekilerden daha da önemliydi. Avrupa Birliği’nin ekonomik ve askeri bir dünya gücü olmasını öngören Lizbon Antlaşması’nın sorgulanmasını hedefleyen bir seçim olmalıydı.

Bunu yapmaya çalışanlar da oldu, ama sesleri cılız kaldı.

Zuletzt aktualisiert am Freitag, den 12. Juni 2009 um 22:18 Uhr