|
Engin Erkiner: İngilizcede Novel uzun öykü ya da kısa roman anlamına gelir.
Bundan sonra hangi konuda yoğunlaşayım diye düşünürken sürekli karar verdiğim ama ertelediğim, araya başka işlerin girdiği konu aklıma geldi: edebiyat.
Öykünün üzerine çıkmak istiyorum ve novel en uygunu olsa gerektir.
Bu kez, umarım kararıma sadık kalırım, başka alana kaymayacağım. En azından ana iskelet kuruluncaya kadar…
Edebiyatta konu kadar önemli olan konunun nasıl anlatılacağıdır.
Benimki belli, bilinç akışı tekniği…
Bunun değişik formları bulunuyor ama esas olarak bu tekniği kullanacağım.
Yıllar önce kısa aralıklarla iki roman yazmıştım: Yolun Sonu ve Güzel Bir Ölüm. İkisi de politik romanlar sayılabilir. İlki epeyce ilgi gördü. 12 Eylül sonrasında alanında ilkti, ondan olsa gerektir. Ondan sonra üç öykü kitabı var. Dört aslında ama ilk ikisi daha sonra birleştirilerek basıldı.
Geçmişteki politik örgütlerin değişik bölümlerinden insanlar roman adını verdikleri yapıtlar yayınlıyorlar. İyi bir şey yapıyorlar. Sadece bunlara anlatı deseler daha iyi olacak çünkü yaşadıklarını –isimleri değiştirerek- olduğu gibi anlatıyorlar. Bu, edebiyat değildir. Edebiyat kurgudur. Her kurgu yaşanmışlıktan bir şeyler alır ama onu doğrudan anlatmaz. Dolayısıyla yazılanlar ilk elden yaşanmışlık bilgisi olarak önemlidir ama bunlara roman adını vermemek gerekir.
Ne yazacağım, bu konuda kafam henüz dağınık ama yaşadıklarımı doğrudan anlatmayacağım.
Aklıma Christa Wolf’un Kindheitsmuster romanı geliyor. Yazar orada çocukluğuna yabancılaşmasını anlatır. Çocukluğu Nazi döneminde geçmiştir ve ergenlik çağında bir gençlik örgütüne üyedir.
Çocukluğuna yabancılaşma bende de var. Mecburen yaşanan bir çocukluğu reddetmek hayatımı önemli oranda belirlemiştir.
Neden olmasın, anlatılamaz mı?
Bir arkadaş yıllar önce “Belma’ya Mektuplar”ı okuduktan sonra kitapta dağınık olarak o yılların (1970’lerin ikinci yarısı) devrimci hareketinin panoramasını çizdiğimi, buradan roman çıkarabileceğimi söylemişti.
Yıllar önce yazdığım mektupları topladığım kitabı yeniden okumaya başladım ve hayretler içinde kaldım diyebilirim. Tabii 600 sayfalık kitap bitirilemedi, araya başka işler girdi.
İlk bölümlerdeki bir cümleye hayret etmiştim.
“Kendime kavuştum” diye yazmışım. Müthiş bir söz bu. İki kelimeyle çok şey anlatıyor.
Adana’daki öğretmenleri anlatabilirim, neden olmasın. Onlar beni ben yapan insanlardır diyebilirim.
İlkokulu bitirmişim,11 yaşındayım (6 yaşında ilkokula gittim). Ülkenin önde gelen Türkçe öğretmenlerinden birisi beni yazmaya teşvik ederdi. 11 yaşındaki çocuk ne yazacak ki! Önemli değil, yazdıklarımı benimle konuşurdu. Hatırlıyorum, bir öğretmen yerel bir gazetede çalışıyordu, bana haftalık köşe vermeyi teklif etti. Adama boş gözlerle baktığımı hatırlıyorum. Ne yazabilirim ki ben?
Şimdi düşünüyorum da demek bir şeyler yazabiliyormuşum ki böyle teklif gelmiş.
Yazmak o zaman hayatıma girdi ve bir daha çıkmadı.
Sonraki yıllarda –Ankara’dayız- sürekli alınan Akbaba dergisine bir ya da iki kısa yazı göndermiştim; yayınladılar.
İnsanın cesareti böyle şeylerle artıyor.
Yazmanın bulunmadığı bir hayat benim için düşünülemez.
Bu nedenle Hemingway’ı iyi anlarım. Silahlara Veda, Çanlar Kimin İçin Çalıyor? romanlarıyla dünya edebiyatında sarsılmaz bir yer alan Hemingway nispeten ileri yaşlarda artık yazamadığını anlayınca intihar eder.
Bir de adam çok şey yaşadı. İki dünya savaşı, bizzat katıldığı İspanya İç Savaşı gibi…
Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığı İhtiyar Adam ve Deniz kısa romanını sevmemiştim.
Klimanjaro’nun Karları da keza öyle…
Önceki iki roman yeter zaten…
Andre Malraux’dan okuduklarımı yeniden düşünmem gerekir.
İnsanlık Durumu, Kanton’da İsyan müthiş politik romanlardır.
Şimdi kafayı konuya yönlendirmek gerek…
|